24 Kasım 2007 Cumartesi

TEK GÜNLÜK

Bugün size ilk ve tek olarak bir günümü yazacağım. Adından da belli olduğu gibi tek günlük bir günlük bu, başka bir örneği olmayacak ve benim bütün hayatım hakkında bilgi verecek. Zaten insanın kendini anlatması için her gününü not etmesine gerek yoktur! Tek gün ile ilgili ayrıntılar bize yeter. Mesela adamın ayağı taşa takılınca nasıl tepki verdiğini biliyorsak, biz o adamı bayağı bir tanıyoruzdur. Ama genelde günlük yazarları öyle yapmaz, gün içinde ki en sıra dışı olaylarını yazarlar günlüklerine. Biz de onları Süpermen falan zannederiz. Ahmaklar! O monoton, sıradan günlerini nasıl da edebi bir esermiş gibi yazarlar, başrolde hep kendileri vardır. Offf. İçime yine bir sıkıntı düştü. Bunların bu basit hayatlarını düşününce içim karardı birden! Neyse konumuza dönelim;

Bugün uykusuz geçen günlerimin üçüncü günü. Üç günde toplam beş saat uyudum. Arada bir böyle uyuyamadığım olur. Hep evdeydim bu üç günde, canım sıkılmıştı. Saat sabah 7.30 da evden çıktım. Amacım gidip bir çorba içmek ve yolda biraz düşünmekti.. Hava soğuktu. Zaten Ankara’da sabahları hep soğuktur. Biraz yürüdüm. Bir arabanın camı buz tutmuştu, elimi sürdüm cama. Cam beni hissetmedi, bende onu. Yürümekten vazgeçip yolun kenarında duran minibüse bindim. Nereye gittiğine bakmadım. Şoförün yanında ki koltuk dolu olduğu için en arkanın sol köşesine oturdum. Sonra iki teyze daha oturdu, sonra yanıma bir genç. Tamamlandık, tey tey gittik biraz. Minibüste koltuk demirlerine tutunanlara gözüm takıldı, ne de güzel tutunuyorlardı. “Ben de bir gün böyle tutunabilecek miyim acaba?” diye düşündüm. Gözüme birini kestirip onun indiği yerde indim. Etrafıma baktım. Onu takip edecektim ama vazgeçtim. Trafiğin kalabalık olduğu bir yere doğru yürüdüm. Gözüme çarpan mekânları filmim için not aldım. Not alırken iki tane kız bana doğru bakıyorlardı. Herhalde hiç not alan insan görmemişlerdi. Acaba bunda benim “hiç evden çıkmamamın payı var mı?” diye düşündüm. Hayatı hep başkaları yaşıyordu, “benim gibiler hep kafesinde” dedim.

Sonra yürüdüm, çok yürüdüm. Bir çorbacı aramaya başladım. Gözüme çarpan lokantalara bakıyordum ama içinde kadın çalışan lokantaları es geçiyordum. Nedenini bilmiyorum. Herhalde bu lokantacılık işini onların kıvıramayacağını düşünüyorum. Yürüdüm. Boş bir mekâna girdim, çorba istedim, geldi. Adam çorba ile birlikte dört parçaya bölünmüş bir ekmek getirdi. Herhalde cüsseme bakıp getirdi bunu diye düşündüm. Çeyreklerden yalnızca bir tanesini yedim. Çorbayı beğenmedim, beğenseydim bir tane daha içecektim. İki milyon verdim, o sırada adamın gazetesine göz gezdirdim. Bu kadar gazete okumak bana yetti de arttı bile.

Daha çok yürüdüm. Filmimin konusunu tamamlamıştım, “iyi oldu” diye geçirdim içimden. Yolda spor yapan dedeleri gördüm, güldüm. Ben gülerken, spor yapan bir teyze beni gördü. Onu utandırdığımı düşündüğüm için utandım ama yüzüm kızarmadı, sade bir pişmanlıktı benimkisi. Yürüdüm. Aynı yerlerden tekrar geçmemek üzere yürüyordum. Yürürken çizgilere basmamaya da özen gösteriyordum. Bir kız ve erkek gördüm, kol kola. Kız bana baktı, beğenmedi. Sonra trafiğin yoğun olduğu bir yere geldim. Otobüse binmeye karar verdim. Adamın birine “şuraya nasıl giderim” dedim. Aslında şuraya gidesim yoktu ama herhalde biriyle konuşma ihtiyacı hissettim. “Şurdan bineceksin” dedi. “Şurdan mı” dedim. “Evet, şurdan” dedi. Adamın gösterdiği yönün tam tersine ilerledim. Dönüp adamın yüzüne sırıtmak istedim ama buna cesaret edemedim. İlerde bir durak buldum. Bekledim. O sırada durakta da bazı notlar aldım. Not alırken bir amca bana baktı. Ben ona bakmadım. Bütün otobüsler Sıhhiye ye gidiyorlardı. Ben bekledim, binmedim. O sırada gölgemi izliyordum; keyifliydi. Durak boşalınca gelen ilk arabaya bindim, Sıhhiye ye gidiyordu.

Otobüste tekli koltuk bulup oturduğum için sevindim. Sağ tarafımda üç adet teyze vardı. Üçü de tıpatıp koyuna benziyordu ama aralarında hindice konuşuyorlardı. Gulu gulu, gulu gulu. Şoförbey’ e bir şeyler sordular. Ben anlamadım, şoförbey anladı. İçimden şoförbeyi tebrik ederken, ineceğim durağı da belirlediğim için seviniyordum. Bu teyzeler nereye giderdi ki acaba? Bir teyzenin bu memlekette gideceği bir yer var mıdır? Onlar Ulus'ta indiler, ben de. Takıldım peşlerine. Birisi beni gördü, kaşlarımı çattım. Korkutmak istiyordum onları. Gidecekleri yeri bilmiyorlardı. Gençlik parkının oralarda içlerinden en cesaretlisi, bir adama yolu sordu. Adam şaşırdı, ben de. Adam hindice konuştu. Ben yine anlamadım. Nasıl da sevindiler, görmeliydiniz. Gulu gulu gulu diyip sevinçlerini ifade ettiler. Ne kadar hindice konuşurlarsa konuşsunlar onlar benim gözümde koyundular. Birisi bir yere gidince diğerleri de peşinden gidiyor. Doğru yanlış yok. Sadece gidiyorlar. Ümitsiz vakalar. Annem de bir teyze. Koyun gibiler, birini uçurumdan yuvarla hepsi peşiden gider. Ben de bir koyun yavrusu olduğum ve mecburen bu toplumda bulunduğum için onlarla birlikte sürüklenirim uçuruma. Bazen durun demeye çalışırım, karşılarında dururum ama onlar hedefe kilitlenmişlerdir. Giderler, ben sıyrılmaya çalışırım, “Ne haliniz varsa görün” derim içimden. Teyzeler itfaiye pazarına gidiyorlarmış. Bu gerçeği öğrenince beynimden vurulmuşa döndüm. Nasıl da onların oraya gideceğini tahmin edemedim. Ahmak adamın biriyim ben. Hemen takibimi bıraktım ama gidip onların kıçlarına tekme basma isteğim henüz geçmemişti.

Sıhhiye’ye doğru ilerliyordum. İki kız gördüm. İkisi de aynıydı. Acaba hangisi hangisiydi? Peşlerine takılayım mı diye içimden geçirdim, vazgeçtim. Adliye sarayının önünde biraz bekledim. Acaba adaleti buralarda bulabilir miyim diye etrafıma bakındım. Adliyenin yan tarafındaki parkta yatan evsizleri görünce adaletin burada da olmadığına kanaat getirdim Adaletten vazgeçmiştim, biraz kendimi düşünmeye karar verdim. O sırada oradan geçen bayan avukatların mini eteklerini görünce biraz daha dolandım etrafta. Neden mini etek giyiyordu ki hepsi? Acaba hâkimleri etkilemek için mi diye düşündüm? Bilmem dedim.

Kızılay’a doğru ilerledim. Adamın biri kendi kendine konuşuyordu. Dikkat edince kulağında kulaklık olduğunu gördüm. “Hands free” falan değildi, adamın eli pantolonun önündeydi. Onu biraz takip ettim, bir apartmana bıraktım.. Bir simit bir de sıkma portakal suyu aldım. "Bir kahveye girsem mi" diye düşündüm. Kahveden içeri baktım. Boş masalar vardı ama ben tek başıma bir masa işgal edeceğim için bundan rahatsız oldum. Malum; kahvede adet oturup arkadaşlarınla oyun oynamaktır. Benim arkadaşım yoktu olsa da kahvede oyun oynamam zaten. Kaldırıma oturdum. Gelene geçene baktım. Bir iş görüşmesi için birinin yanına gitmem gerekiyordu. Bankada param olduğunu düşündüm, gitmedim. Simidimi yedim, peşinden portakal suyunu içtim. Şimdiye kadar ikisini aynı anda hiç bitiremedim. Yorgundum. “Çantamdan kitap çıkarıp okusam mı” diye düşündüm. Vazgeçtim. Eve dönmek için minibüse bindim. Çantamdan kitabı çıkardım. “Aylak Adam-Yusuf Atılgan” Ortasından bir yerden açtım. Okumaya daldım, okurken arada güldüğümü hissettim. Yanımda bir teyze vardı, suratına hiç bakmadım. Bu sefer kendi seçtiğim yerde değil hayatın beni seçtiği yerde indim. “Marketin önünde durur musun abi?
Adam marketi biraz geçip durdu... Eve geldim. Yorgundum. Uyudum. Rüyamda teyzeleri tartakladım. Hem bunun için hem de sonunda uyuyabildiğim için mutluydum.

18 Kasım 2007 Pazar

Timing Hatası

Zaman henüz beni kavrayamamış kollarıyla ve bu zamansızlığın içinde yürüyorum timing hatası yapmadan hem de Street Fighter oynarmışçasına "perfect" alma kaygısıyla.. Darbeler almamaya çalışıyorum fakat ne mümkün, yol ortasında bir yerlerde sendeliyorum, etrafıma baktığımda hiçbir dostu bulamıyorum yola beraber başladığımız… Kendim dahil… Arıyorum ama nafile. Zannedersem bulamayacağım da bundan sonra…

7 Kasım 2007 Çarşamba

Boktan Bir Yazı

5 dakka önce nerdeydin? Bu konuşma başlamadan önce hangi mülahazalar geçiyordu kafandan. Dur ben söyleyeyim. Pembe panjurlu evinde götlek götlek oturacaktın demi? Ne o? Götlek değil misin? Ben de götleğim. Hem de götleğin önde gideniyim.. Herkes götlektir olum, bakma öyle. Hatta konuyu ilerletip götün insanlar için ortak bir değer olduğunu bile söyleyebilirim. Sen hiç götsüz bir insan gördün mü? O boş bakan gözlerinle gözsüz, kulaksız, burunsuz, çüksüz, kukusuz, kolsuz, ağızsız “insan” gördün ama götsüz bir insan görmedin değil mi? İnsan götü olmadan nasıl yaşar? Nasıl oturur yorulduğunda? İnsan ölmek için bi göte ihtiyaç duyar, dolayısıyla yaşamak için.. Yaa gördün mü yaşamın sırrı götteymiş.. Götten ne çıkar? Bok.. O zaman bokta bir ortak değerimiz. İnsanları bütünleştiren değer.. Düşünsene lan(bunu yapabilirsin biliyorum) bu yazıyı okuduktan sonra bokun insanları birleştiren ortak bir değer olduğunu anlayan devletler savaşları bitiriyormuş. Haha ne güzel olurdu amma da gülerdim.. Boktan yere savaşan adamlar yine boktan yere barışacaklar. Hem de böyle boktan bir yazıyla… Ne ütopya ama..

Okullu Olmak

Okullu olmak kopmaktır ana ocağından daha iki basamaklı sayılara ulaşmadan çocukluğumun yaşı ve yeni yüzler görmektir her biri umut dolu. Önce alfabeyi öğrenmektir daha doğru düzgün konuşmayı bile beceremeden ve “Işık’a ılık süt içirmek” tir henüz ben soğuk suya şükür derken. Sonra bir sene daha büyümektir okullu olmak, çarpma işlemini doğrulamak ve hayat bilgisine kafa yormak, trafikte önce sola sonra sağa ve sonra tekrar sola bakmak ve bunu belleğe böyle kazımak. Teneffüstür okullu olmak, belki de “Işık”ın içtiği kutu kolayı ezip çift kale maç yapmak, gol kralı olmak ve tekrar bir yaş daha yaşlanmak. Sonra fen bilgisidir okumak, en fenni kuramlar bile ispatlayamazken bizim hayallerimizi. İlkokuldan mezun olmak daha önemlisi ortaokullu olmak. Kravat bağlamaya alışmak en zor denklemdir o zaman. Adam oldum sanmak, ama ceketin içinde hala bir çocuk olarak kalmak… X le tanışmak ve Y yi dışlamak, bir koordinat düzleminde düzmece doğrular oluşturmak ve onları hayallerimin tam orta yerine saplamak. İki bilinmeyenli denklem çözmek ama kendini çözememektir okullu olmak. Sonra ilk sevgiliyle karşılaşmak ama hala çocuk olmak ve onunla yaşlanmaya alışmak ve bir sene daha yaşlanmak… Bıyık terlemesi yaşamak, liseye son adımı atmak, seste çatlamalar yaşamak, okullu olmak ve bir sene… Ertesinde liseli olmak, bu sefer kesin büyümüş olmak ya da hala öyle sanmak ve polinomlarla tanışmak daha fonksiyonlara alışamadan. Bazı erkeksi fonksiyonların kesin olarak farkına varmak, kıllanmak ve biraz daha akıllanmak… Sivilce kazanmak en büyük ödülü okullu olmanın, sonra onları ayna karşısında hışımla patlatmak ve ilk defa kendini sevmemek. İşte büyümek… Sonra bir yaş daha yaşlanmak, ÖSS için seviye belirleme sınavlarına girmek. Kazanmak ya da kazanmamak ama seviyeni bilmek sonra ona göre sınıflandırılmak ama hiçbir sınıfa uymamak hatta sınıflandırmaya karşı olmak. Asileşmek, sistemi eleştirmek, öğretmene küfür etmek, tuvalette sigara içmek, duvarlara resimler çizmek, sıralara ismimin baş harfini yazmak, kavga etmek, gülmek, rezil olmak, bağırmak… Bu kadar aksiyona rağmen yan sırada oturan sevdiğinin gözlerine bakamamak… işte budur okullu olmak… Ezbere tarih dersi anlatmak, ama manasını kavramamak, edebiyat dersinde zorla şiir okumak ve 45 almak, bedende takla atmak, müzikte flüt çalmak, resmi arkadaşlarına yaptırmak ve bir sene daha… Sonra son sınıf olmak, hala yan sırada oturana açılamamak ve hayata dair hesaplar yapmak, sinüsü kosinüsle aldatmak ve hiçbir trigonometri ile ölçülememek… Son iki ay okula uğramamaktır okullu olmak… Sonra üniversiteyi kazanmak… Ama hala okullu olmak…